Türk Mitolojisinde Ölüm

     Hemen her toplulukta olduğu gibi Türkler de öldükten sonra bu dünyadakine benzer bir hayat yaşayacaklarına inanıyorlardı. Proto-Türk, Hun, Göktürk, Uygur ve diğer Türk topluluklarıyla ilgili yapılan arkeolojik kazılar bu hususu destekler mahiyettedir. Anlaşıldığı kadarıyla ölüm Mukadder olarak karşılanmakta ve kurulu olan düzenin gereği olarak algılanmaktadır.

     Bu nedenle gök-yer ilişkisi olan ve doğal karşılanan ölümle ilgili olarak; eski Türkler şan kazanmadan ya da savaşmadan ölmeyi küçüklük sayıyorlardı. Öte yandan savaşta da iyi güçleri temsilen galip olunmalıydı; Çünkü savaşta öldürülen önemli düşmanların ruhları öteki dünyada hizmetkar olarak kullanılmaktaydı. Bunun için söz konusu taşlar balbal haline getiriliyor ve mezarlara konuyordu.

     Kültigin' in mezar külliyesinin doğu girişinden itibaren sıralar halinde uzanan taş dizilerinde olduğu gibi balbal olan düşmanı ifade eden bir kısmı kabaca yontulmuş taşlar dikilmişti.

     Kaçınılmaz olan ölüm gerçeği karşısında Türkler de "ölüm" olayının nasıl gerçekleştiğine dair, kendilerince bir takım inanca sahip olmuşlardır. Değişik din ve kültür çevresine girmiş olan Türkler, değişik zaman ve coğrafyada değişik ölüm anlayışlarına sahip olmuşlardır, ancak bunların temelini Tengrici-lik veya Tengrizm ya da Geleneksel Türk Dini şekillendirmiştir.

     Geleneksel inançtaki Türkler ölümü, ruh veya canı ifade eden "tin" in bedenden çıkması biçiminde anlamışlardır.

     Altay ve Yakut Türkleri ruh-can kavramını tın, süne ( ya da sür ) ve kut kelimeleri ile ifade etmişlerdir. Tın, bütün canlılarda; süne, sadece insanlarda; kut ise, canlı cansız her şeyde bulunur ve bulunduğu şeye kutsallık kazandırır. 

      Bu anlayışa göre, Kut' un bedenden ayrılması ile ölüm gerçekleşmez ama kişideki kutsallık kalkar, sıradanlasın Kut, insan için kesinlikle bir güç ve uzun ömrün vazgeçilmez bir dayanağıdır. Birey onsuz hayatını sürdürmez.

     Ancak tın bedenden ayrıldığı vakit, bedenin ölümü hemen gerçekleşmiş olur.

     Kut kelimesi üzerine yapılan açıklama ve tartışmalara Jean-Poul Roux "Altay Türklerinde Ölüm" adlı eserinde geniş yer ermiş olup, bu açıklamada kut' u şu şekilde izah eder;

     - Çadırın açıklığından düşen jelati-nimsi bir madde,

     - Zihin, ruh, hayati güç,

     - Şans,

     - Sürüleri koruyan bir muska ya da nazarlık anlamlarını taşımaktadır. Bu tasnifin en büyük özelliği, şimdiye kadar kut kavramının izahında ilk akla gelen "mutluluk" ve "saadetli olma" ifadelerinin göremiyoruz. Bununla birlikte eski metinlerde karşımıza çıkan "ülüg" kelimesinin karşılığı "şans" anlamına yer verilmiştir. "Çadırın açıklığından düşen jelatinimsi bir madde" ifadesi ile aileye kutsallık atfediliyor olmalı.

     Türkler, hastalık sonucunda ölümün vuku bulacağına inanmışlar, ancak bunun yanında ölüme karşı direnme ve ölmeme arzusu ile hayata bağlanmışlardır. Şöyle ki, hayattan daha fazla öteki dünyaya değer verip sürekli ölümünden bahseden değişik dönemlerde hatta bazen aynı devirde değişik dinlere bağlanan Türkler, sürekli olarak hayata bağlılığı vurgulamışlardır. Bu düşünce çerçevesinde, hastalık zamanlarında hastaya bir tür karantina sistemi uygulamışlar, hastayı tedavi çadırına almışlar, ona, görevlilerin haricindeki kimseleri yaklaştırmamışlardır.

    Türkler sadece Tanrının ebedi olduğuna, insanın ise faniliğine inanır. Orhun yazıtlarında bu anlayış şu şekilde anlatılmaktadır:

     " öd tengri yasar, kişi og-lı kop ölüglü törümüş/zamanı Tanrı takdir eder; lişioğlu hep ölmek için türemiş"

     Bu inanç çerçevesinde karşılaşmış oldukları ölüm olayını Türkler tip ve biçimine göre ayrı ayrı kelimeler kullanılarak anlatmaya çalışmışlardır. Eski Türk Yazıtlarında, geçen ölümle ilgili kelimeler şunlardır:

     Saygı duyulan şahsiyetlerin ölümünü "vefat etmek" anlamında saygılı bir biçimde anlatmak için "kergek bolmak" , "uçubarmak" ile "adrılmak" kelimeleri kullanılırdı. Düşman ya da avamdan olanların ölümünü ifade etmek için de "ölti" , bazen de "adrılmak" kelimeleri kullanılmıştır.

     "Kergek bolmak" ifadesi bilim adamlarınca saygılı bir tarzda, vefat etmek "uçmak" anlamındadır.

     Orhun Yazıtlarından ancak şu kadarı malum oluyor ki Türk halk itikadınca, insanın ruhu öldükten sonra, kuş yahut böcek suretinde tenasüh edermiş. Vefat eden hakkında "uçdı" deniliyor.

     


     Batı Türklerinde de hatta İslamiyet' i kabul ettikten sonra da öldü yerine "şunkar boldı" yani "şahin oldu" ibaresi kullanılıyordu.

     "... Manas' ın sineğe benzer canı çıktı, gerçek evine gitti." 

     Yasevilik ve Bektaşilikte ise ölümü "kuş olmak" şeklinde ifade etmişlerdir.

     Bugün Türkiye' de halk arasında yaşayan Ölümle ilgili bazı deyimler mitolojilerden günümüze ulaşan kalıntılardır:

     "canı çıktı, ömür kuş gibi gelir gider, hasta zayıf ama canı içinde, kuş gibi uçtu vb."

     Türklerde ölüm anı ile ilgili inanç aslında bize Türklerin olaylarına kavrama kabiliyeti hakkında da bilgi vermektedir. Altaylarda eski ve orta çağda yaşayan Türkler doğada yaptıkları bir gözlemin ardından ruhun solunumla bir olduğu inanmışlar ve uyku sırasında nefes alıp vermenin yavaşlamasıyla dünyada dolaşan ruhun bedenden ayrıldığında gördüğü rüyaların, dünyadan sonra gideceği yer olduğu inancına sahiptirler.

     Genellikle uykudan uyanırken ruh bedene geri döner fakat temelli olarak da gidebilir işte bu ölümdür. Yani buradan yola çıktığımızda Türkler uyku halini ölümün kardeşi olarak görmektedir diyebiliriz. Geleneksel Türk inancının ölümle ilgili bu bölümü bize Kuran' ı Kerim' de geçen:

     " Allah ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır. Bu suretle hakkında ölümle hükmettiği ruhu tutar ötekini muayyen bir vakte kadar bedene salıverir"

     Ayeti ile örtüşen bir inanca sahip olduğu göstermektedir.

     Türkler ruhun ölümden sonra göğe yükseldiğine inanırlar. Göğe yükselmek için ruhun kanatlı bir nesne olması gerektiği inancı hakimdir. Dolayısıyla Türkler herhangi bir kişinin ölüm olayı kapalı bir mekanda gerçekleşmişse bulundukları mekanın (kapı, pencere vb.) dışarıya açılan bölümlerini açarlar çünkü ölünün ruhunun rahat uçmasını isterler. 

     Yine Anadolu' da uygulanan ölünün yatağını değiştirmek ve sonrasında başında ağlama geleneği bize eski Türklerde ölü çadırı kurulması ve ölünün ruhunun çıktığı ilk yerden alınıp bu çadıra götürülmesi bize bu uygulamalar arasındaki paralelliği çağrıştırıyor.

     Altay Türklerinde evlenme yaşına gelmeden önce ölen çocukların durumu, ölümden sonraki hayatın kaygısından dolayı, ciddi bir problem olarak görülür. Ölümlerinden sonraki zaman süreci yaşasaydı evlenme çağına gelebilecek kadar işlediği dönem hasıl olduğunda çocuk tıpkı hayattaymış gibi kaderi kendisiyle aynı olan bir genç kızla gıyabi bir törenle evlendirilir. Bu süreç sanki gerçekmiş gibi aileler birbirleriyle kendilerini akraba kabul ederler ve hatta yeni bir çifte gerekli olan eşyaların resimleri çizilir ve bunlar yakılarak dumanının haberci gittiğine ve onlara ulaştığına inanılır.

     Bu eylem tıpkı bir düğün ritüeli çerçevesinde gençler hayattaymış gibi yapılır.

     Altaylarda yaşayan bu uygulamanın günümüz Azerbaycan Türkleri arasında yaşadığı bilinmektedir.

     Diğer bir taraftan Türkler ölümden sonraki hayata yeniden başlayacağı zaman bu dünyadan gidiş şeklinin tam tersi olacağına inanırlardı. Ölünün eşyalarını kırıp öylece mezarlara koyarlardı, bununla birlikte sağlam eşyalar da vardı tabii ki, fakat ölü nasıl ki dirilecekse kırık olanlar da düzelecekti.

     Türklerde ölümden sonra tekrar doğum ve hayatın devam edeceğine olan inanç yer yer onların ölüyü mezara koyuş şeklinde de kendini göstermiştir. Mesela; gömme olayını ana rahminin bir sembolü olan mağara ve toprağa başı ve ayakları içe bükey cenin gibi yerleştirme olayını yeniden doğuşun ön hazırlığı olarak düşünmüşlerdir.

          A. Yas Tutma ve Başsağlığı 

     Kitabelerde Bilge Kağan, Kültegin için yapılan yas töreninden şöyle baseder;

     "Küçük kardeşim vefat etti. Ben yaşlandım. Görür gözüm görmez gibi; bilir bilgim bilmez gibi oldu. Ben yaşlandım. İki şad; Küçük kardeşim ve kardeş oğullarını oğullarım, beylerim ve kavmim gözü, karşı (ağlamaktan) fena olacak diye sakındım."

     Bilge Kağan' ın oğlu babası için diktirdiği yazıt da şöyle der

     "...bunca kavimler, saçlarını, kulaklarını kestiler"

     Kaşgarlı Mahmud' un uluşuyor, yakasını yırtarak bağırıyor ünü çıkasıya bağırıyor, gözü örtülesiye kadar ağlıyor"

     Cenaze törenlerindeki inanç ve uygulamanın Oğuz Sahasında nasıl devam ettiğine ise Dede Korkut Hikayelerinde rastlıyoruz;

     " Beyreğin ölüm haberinin duyulması üzerine Beyreğin babası Kaba Sarığı kaldırıp yere çaldı, çekti yakasını yırttı, oğul oğul deyerek böğürdü.

     Feryat ve figan etti. Ak pürçekli anası boncuk boncuk ağladı, gözünün yaşını döktü, acı tırnak ak yüzünü, aldı çaldı, al yanağını yırttı, kargı gibi kara saçım yoldu, ağlayarak evine geldi.

     Bay Püre Beğ' in penceresi altın otağına feryat figan girdi, kızı gelini kahkah gülmez oldu, Kızıl kına ak eline yakmaz oldu. Yedi kız kardeşi ak çıkardılar kara elbiseler giydiler"
     
     

Yorumlar