Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi



     Atatürk, Türk tarihinin gizli kalmış yönlerini ortaya çıkarmak için olağanüstü bir çaba harcadı ve 30'lu yılların başında ''ulusal merkezli" yeni bir tarih tezi geliştirdi. Daha Cumhuriyet kurulmadan önce 1922 yılında TBMM'nin 2. toplanma yılını açarken yaptığı konuşmada Türk tarihinin derinliğinden bahsederek Türklerin kökeninin Hz. Nuh'a kadar dayandığını ileri sürüyordu:

     "Efendiler bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında da bir derinliği vardır. Efendiler bu derinliği isterseniz ölçelim: Birinci ölçek tarih öncesi devirlere ilişkin ölçektir. Bu ölçeğe göre Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yafes,in oğlu olan kişidir. Tarih döneminin belge tedarikinde pek hoşgörülü olan ilk evrelerine biz de hoşgörü gösterelim, fakat en açık ve kesin ve en maddi tarih kalıntılarına dayanarak söyleyebiliriz ki, Türkler on beş yüzyıl önce Asya' nın göbeğinde muazzam devletler kurmuş ve insanlığın her türlü yeteneği onda ortaya çıkmıştır. Elçilerini Çin' e gönderen ve Bizans'ın sefirlerini kabul eden bir Türk devleti ecdadımız olan Türk milletinin oluşturduğu bir devletti.'' 

     Atatürk, bu sözleriyle daha Kurtuluş Savaşı'nın kan ve barut kokusu kurumadan Meclis kürsüsünden Türklerin şanlı uzak atalarından bahsederek, Türk tarihi konusunda derin araştırmalar yaptıracağının ilk önemli işaretini veriyordu. Atatürk'ün, Türklerin kökeninin Nuh Peygamber'in oğlu Yafes'e dayandığını ileri sürerek, öteden beri kulaktan kulağa fısıldanan bir tezi (Türkler Yafes'in Torunlandır!) yüksek sesle dile getirmesi düşündürücüdür. Bu tezi Meclis kürsüsünden dile getirmesi ise Türk tarihiyle ilgili çalışmaların "devlet politikası" olacak kadar ciddiye alınacağının ilk işaretlerinden biridir. 

     Bu ilk işaretlerden ve ön hazırlıklardan sonra Atatürk, Türk tarihinin sadece Osmanlı tarihinden oluşmadığını, Türklerin Osmanlıdan binlerce yıl önce de büyük devletler kurup dünya uygarlığına büyük katkılarda bulunduklarını ileri sürerek, sonradan çok tartışılacak olan Türk Tarih Tezini ortaya attı. 

     Şöyle diyordu: 

     'Türk ırkının kültür yurdu Orta Asya'dır. İlk çağlardan beri yüksek bir ziraat hayatına sahip olan, madenleri kullanan bu topluluk sonraları Orta Asya' dan doğuya, güneye, batıya, Hazar Denizi' nin kuzey ve güneyine yayıldı. Bu yayılma neticesinde Türk dili ve kültürü de yayıldı. Gittiği yerlerde yabancı dillere ve kültürlere tesir ettiği gibi, onlardan tesirler de aldı."

      Atatürk'ün geliştirdiği Türk Tarih Tezi'ne göre, uygarlıkların temeli doğal nedenlerle Orta Asya' daki ana yurtlarından dünyaya yayılmak zorunda kalan Türkler tarafından atılmıştı. Türkler gittikleri her yere ulusal kültürlerini de götürmüşlerdi ve yüksek Türk kültürünün etkisi altında kalan kültürler gelişip, yükselmişti. 

     Atatürk, 1930 yılının Ağustos ayında Yalova'da Afet İnan'ın sorduğu tarih hakkındaki bir soruya verdiği yanıtta Türklerin uygarlığa olan katkılarını tüm açıklığıyla şöyle ortaya koyuyordu:

     " Beşeriyetin taş devirlerini bir kenara bırakalım. Maden devirlerinden, muhtelif madenlerden, kemiklerden yapılan eserler, her nevi aletler ve süs eşyası idi. Çamurdan tuğla, çanak çömlek ilk insanların yaptığı eserlerdendir. Hayvanları ehlileştirmek, onlardan muhtelif suretlerle istifade etmek hayvanları sürüler halinde bulundurmak, insanların ilk yaptıkları işlerdendir. Ziraat da böyledir. Bundan başka insanlar bulunduk lan mıntıkaya göre kerpiçten, tuğladan veya taştan binalar da yaptılar. Kanallar açarak bataklıkları kurutmak,muhtelif tarzda sulama usülleride insanların ilk buldukları şeylerdendir. Güneşi ve yıldızları müşahede sayesinde takvim esasını koyan, tabiatın en büyük kuvvet olduğunu keşfeden binlerce sene önce yaşamış eski insanlardır. Gemi inşa ederek denizlerde dolaşmak kabiliyetini de gösteren, ticaret etmesini öğrenen bu insanlardır. İlk demokrasi esasına müstenit cemiyet ve devlet müesseseleri vücuda getiren de onlardır. Bütün bu saydıklarımız dünyada ve bütün beşeriyette ilk medeni eserlerdir. Bu medeni eserleri bütün dünya ve beşeriyette ilk yapmış ve yaymış olan insanlar Türk ırkındandır. Türklerin ana yurdu Orta Asya yaylasıdır. "

     Atatürk, "Dünyada Türk'e yurtluk etmemiş bir anakara yoktur'' diyerek Türk yurdunun sınırlarını çiziyor, bugünkü Türklerin, eski yurtlarında hak iddia etmek gibi bir düşüncelerinin olmadığını da, "Bugünkü Türk ulusu varlığı için bugünkü yurdundan memnundur." şeklinde ifade ediyordu.

     '' ... Türk ulusu Asya'nın batısında ve Avrupa'nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayrılmış dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına 'Türk eli' derler. Türk yurdu çok daha büyüktü. Yakın ve uzak çağlar düşünülürse Türk'e yurtluk etmemiş bir anakara (kıta) yoktur. Bütün yeryüzünde Asya, Avrupa, Afrika, Türk atalarına yurt olmuştur. Bu gerçekleri yeni tarih belgeleri göstermektedir. Fakat bugünkü Türk ulusu varlığı için bugünkü yurdundan memnundur. Çünkü Türk derin ve ünlü geçmişinin, büyük ve güçlü atalarının kutsal katkılarını bu yurtta da koruyabileceğine, o katkılan şimdiye değin olduğundan çok daha fazla zenginleştirebileceğine inanmaktadır... "

     Atatürk'ün bu sözleri, Türk Tarih Tezi'nin "yayılmacı" ve "ırkçı" amaçlar taşımadığını göstermesi bakımından önemlidir.

     Atatürk, Türklerin dünya tarihinde oynadıkları rolü, kendisini Çankaya Köşkü' nde ziyaret eden ABD Büyükelçisi Charles N. Sherill'e şöyle açıklamıştı: 

     "Bizim Türk milletimiz eski ve şerefli bir millettir. Zaten Orta Asya'nın Altay yaylasında yetiştiği için, kartalın meziyetlerini daha başlangıcından kazanmıştır. Çok uzaklan görür, hızlı uçar ve ruhunu barındıracak kadar güçlü bir bedeni vardır. İster maddi, ister düşünce bakımından olsun, sıkıcı sınırlar içinde kalamaz. Nitekim Altay yaylasındaki anayurdun, dört bir yana uzaklığına da isyan etmiştir. İşte bu isyan sonucu Türkler Doğu'ya ve Batı'ya yayılmaya başlamışlardır."

     Atatürk'ün sıkça tekrarladığı, "Türklerin, çok eski çağlarda Orta Asya'daki iklim değişikliklerinden dolayı anayurttan dünyanın değişik yerlerine göç ettikleri" şeklindeki tez, Batılı tarihçiler tarafından da kabul edilip tekrarlanıyordu. Aslında Atatürk ün yanıt aradığı başka sorular vardı: 

     Bu millet kimdir? Uygarlığa ne gibi katkılarda bulunmuştur? Orta Asya göçleri ne zaman başlamış, nerelere kadar uzanmıştır? Orta Asya'dan göç eden Türklerin bir kısmı Anadolu'ya ' . gelerek Hitit Devleti'ni, bir kısmı da Mezopotamya ya giderek Sümer Devleti'ni, bir kısmı da İtalya'ya giderek Roma İmparatorluğu'nu kurmuş olabilirler miydi? Ege'de Yunanlılardan önce Orta Asyalı Türkler yaşamış olabilirler miydi? Troyalılar Türk müydü? 

     İşte Atatürk, kişisel çalışmaları sonunda 1930 yılında bu ve benzeri sorulara yanıtlar veren Tür Tarih Tezi'ni geliştirdi. 

     Atatürk'ün ileri sürdüğü Türk Tarih Tezi ilk olarak 1930 yılında "Türk Tarihi'nin Ana Hatları" adlı kitapta sistematik hale getirilerek yayınlandı. Bu kitabın bazı bölümlerini bizzat Atatürk kaleme aldı. Kitapta özetle Türklerin uygarlığın kurucuları olduğu, ileri Türk uygarlığının binlerce yıl önce Orta Asya'dan yapılan göçler sonunda dünyaya yayıldığı, Hititler, Sümerler, Mısırlılar, Etrüskler gibi ilk çağ uygarlıklarının Türk kökenli oldukları kanıtlanmaya çalışılıyordu. Atatürk bu teze öylesine çok inanıyordu ki o yıllarda kurulan iki bankadan birine Etibank, diğerine de Sümerbank adını vermişti. 

     Atatürk, geliştirdiği Türk Tarih Tezi' nin eğitim yoluyla geniş kitlelere yayılması için, liselerde okutulmak üzere 1931 yılında dört ciltlik orta ve lise tarih kitapları serisi hazırlattı. Kitaplar, tarih öncesi dönemlerden başlayarak Türkiye Cumhuriyeti' nin ilk yıllarına kadar olan çok geniş bir tarihsel süreci kapsıyordu. Her biri 350 - 400 sayfa kalınlığındaydı. " Tarih II Orta Zamanlar " adlı kitabın bazı bölümlerini bizzat Atatürk yazmıştı. Bu dört cilt tarih serisinde Türklerin uygarlığa yaptığı katkılar çok daha derinlemesine incelenmiş, Türk Tarih Tezi çok daha ayrıntılı olarak işlenmişti. 

     Atatürk, ana hatlarını iyice belirginleştirdiği Türk Tarih Tezi' ni daha da güçlendirmek için 1932 yılında Türk Tarih Kurumu' nu, 1935 yılında da Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi' ni kurdu. Tüm bu kuruluşların amacı Türk Tarih Tezi'ni kanıtlayacak çalışmalar yapmaktı.

     Atatürk'ün geliştirdiği Türk Tarih Tezi, iç içe geçmiş ya da birbirine bağlı farklı tezlerin bir araya getirilmesinden oluşuyordu:

     1. İlk Türklerin dünya uygarlığına öncülük edecek kadar güçlü ve köklü bir kültüre sahip oldukları, 

     2. Türklerin iklimde meydana gelen bozulma sonucunda Orta Asya'dan dünyanın dört bir yanına göç ettikleri ve gittikleri yerlere uygarlıklarını da götürdükleri, 

     3. Anadolu'nun ilk uygarlığı Hititlerin ve Mezopotamya' nın ilk uygarlığı Sümerlerin Türk oldukları, 

     4. Ege ve Yunan uygarlıklarının temelinde Türk kültürüne ait izlerin olabileceği,

     5. Antik Mısır Uygarlığını kuranların ve Roma İmparatorluğu'nun kurucusu Etrüsklerin Türk olabileceği, 

     6. İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in Türklerle ilişkisi ve Türk olabilme ihtimali, 

     7. Troyalılann Türk kökenli olabileceği. 

     Ayrıca, tüm dillerin Türkçeden geldiğini ileri süren ve Türk Tarih Tezi'ni tamamlayacağı düşünülen Güneş Dil Teorisi ... 

     Türk Tarih Tezi, tarihi olayları iki bölümde inceliyordu: 

     1. Dünya Tarihiyle İlgili Olaylara Bakış: Burada amaç, insanlığın ortak başlangıcı ve dünya uygarlığının evrenselliğini vurgulayarak ortak bir barış ve işbirliği ortamı yaratmaktı. Türk Tarih Tezi'nin bu amacı H. G. Wells'in düşüncelerine dayanıyordu. Atatürk'ün fazlaca etkilendiği Wells, "Cihan Tarihi'nin Ana Hatlan" adlı kitabında insanlığın ortak bir başlangıcı ve ortak bir mirası olduğunu ileri sürmüştü. 

     2. Türk Tarihiyle İlgili Olaylara Bakış: Burada amaç, Türklerin, birçok yabancı tarihçinin yazdığı gibi ikinci sınıf "Sarı" bir ırk olmadığını; tersine beyaz "Ari" ırkın antropolojik özelliklerini taşıdığını kanıtlamaktı. Karal'ın deyimiyle, "Bu tarih tezi, Batılı tarihçilerin Türklerin uygarlık değerinden yoksun, ikinci sınıf bir ırktan olduğunu göstermek için yaptıkları tarih Yorumuna karşı bir tezdir. " Atatürk, Türk ırkının antropolojik özelliklerini belirlemek için çalışmalar yaptırdı. Anadolu'da ele geçirilen kemik ve kafatası örnekleri Türk Tarih Kurultaylarında incelendi. Afet İnan, Türk ırkının antropolojik özelliklerini belirlemek için 64.000 kişi üzerinde bir anket çalışması hazırladı. Hatta Mimar Sinan'ın mezarı açılarak iskeleti üzerinde antropolojik ölçümler yapıldı.

     Atatürk, Tarih Kurumu'nun rahat çalışabilmesi için devleti, aydınları ve halkı seferber etti. Bu amaçla bir program hazırladı.

     Atatürk, tarihsel mirasa sahip çıkmayı ulusal bir ödev olarak görüyor; tarihçilerin, aydınların, devletin ve halkın katılımıyla bir tarih seferberliği başlatmayı planlıyordu. 

     Şöyle diyordu: 

     " Ecdadımız büyük imparatorluklar kurmuş, uygarlıklar yaratmış. Bizim görevimiz bun/an aramak, incelemek, kendi milletimize ve dünyaya tanıtmaktır. "

     Atatürk, tüm ömrü boyunca, özellikle de 1930 yılından hayata veda ettiği 1938 yılına kadar okudu, araştırdı;  bizzat ileri sürdüğü tarih tezlerini kanıtlayabilmek için bir bilim adamı titizliğiyle çalıştı ve keskin zekasıyla şaşırtıcı sonuçlara ulaştı; ( Örneğin, Atatürk İznik' te toprak altında antik bir kentin bulunduğunu ve İznik surlarında dördüncü bir kapının daha olması gerektiğini söyleyerek kazı yapılmasını istemişti. Atatürk' ün isteği üzerine İznik' te başlatılan kazılar sonunda gerçekten de toprak altında kalmış antik bir şehre ve dördüncü bir kapıya ulaşılmıştı. ) fakat zamansız ölümü bir çok konunun olduğu gibi ileri sürdüğü tarih tezlerinin de yarım kalmasına neden oldu. Atatürk' ün tarih çalışmalarını gören, Atatürk' ün sofrasında Türk tarihi ve Türk dili konusundaki sohbetlere katılan Ruşen Eşref (Ünaydın) şöyle diyordu:

    "Atatürk 1930'lu yıllarda Sümer, Akad, Babil, Miken, Eti (Hitit), Sippililuyuma, Bask, Bröten, Kelt gibi sözleri diline dolamıştı. Türk'ü zaman ve mekan içinde arayıp bulmak, Türk'ün benliğini, yüceliğini, asilliğini ispat etmek istiyordu. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorileri bu düşüncenin ürünüydü. Atatürk, sofrasında oturmak mazhariyetine erişen kişilere bu konularda ödevler verirdi. Türk dili ve Türk tarihi konusundaki bu ödevler sofrada ciddi olarak tartışılırdı.

               Tarih, Emperyalizm ve Atatürk 

     Atatürk'ün Türk tarihiyle ilgili düşüncelerinin, ileri sürdüğü tezlerin, yaptırdığı çalışmaların temel amacı ulusal kültürü besleyip güçlendirmekti. İleri sürdüğü ve araştırılmasını istediği tarih tezleri, geçmişte pek çokları tarafından "fantastik, ütopik, gerçek dışı" olarak değerlendirildi, bu tezleri ileri süren Atatürk ırkçılıkla bile suçlandı; fakat zaman içinde yapılan arkeolojik kazılar sonunda ortaya çıkan yeni belge ve bulgular Atatürk'ün haklı olabileceğini gösterdi ve bilim insanlarını yıllar sonra yeniden "Hititler ve Sümerler Türk müdür?" sorusuna yanıt aramaya yöneltti. 

     Atatürk'ün ileri sürdüğü Türk Tarih Tezi, dünyada geçerli olan klasik Batı Merkezli Tarih Tezi'ni altüst eden bir aykırı çığlık gibiydi. Fakat bu aykırı çığlık Avrupa bilim dünyasında hiçbir karşılık bulmadığı gibi, çok fazla ciddiye de alınmadı. Batılı bilim insanlarının bu konudaki vurdumduymazlığının iki temel nedeni vardı: Birincisi, genel kabulleri sorgulamanın zorluğu; ikincisi ve çok daha önemlisi ise Türk Tarih Tezi'nin kanıtlanma ihtimalinin Batı'nın asırlık iddialarını çürütecek olmasıydı: Çünkü Batı'da geçerli olan mevcut teze göre Hititler, Sümerler ve Etrüskler gibi ilk çağ uygarlıkları Hint- Avrupa kökenliydi, dolayısıyla tüm bu eski ileri uygarlıkların bir şekilde Avrupa'yla bağlantısı vardı; ama Atatürk'ün geliştirdiği Türk Tarih Tezi bu eski ileri uygarlıkların "Asyenik" olabileceklerini iddia ediyordu. Bu ihtimal bile Avrupa'nın "tarihle" temellendirilen "emperyalist çıkarlarına" aykırıydı. 
    
     Avrupa öteden beri siyasi hedeflerine ulaşmak için "tarihsel gerekçeler" ileri sürmüş, doğu toplumlarını rahat sömürebilmek için, "tarihi", siyasi bir araç olarak kullanmıştı. Örneğin 20. yüzyılın başlarında Anadolu coğrafyasını ele geçirmek isteyen emperyalist Avrupa, Anadolu'nun eski halklarının (başta Hititler) Hint-Avrupa kökenli olduğu tezini hatırlatarak Türklerin Anadolu'ya sonradan geldiklerini ifade edip emperyalist saldırılarına gerekçe ve haklılık kazandırmaya çalışmıştı. Yine aynı Avrupa, sözde tarihten yararlanarak Türklerin barbar, ikinci sınıf, sarı ırka mensup olduğunu ileri sürmüş ve Türklerin başka ulusları yönetme yeteneğinden yoksun olduğunu belirterek Anadolu'nun işgalinin, Türklerin egemenliği altındaki ulusları (Ermeniler-Rumlar) özgürlüklerine kavuşturma amacıyla gerçekleştirildiğini iddia etmiştir. Dolayısıyla, örneğin Hint-Avrupalı diye bilinen Hititlerin Türk olabilme ihtimalinin kanıtlanması her şeyi altüst edebilir, tarihsel nedenlerle Anadolu'ya sahip çıkmaya çalışan Avrupa'nın Anadolu'yla kurduğu "yapay bağ" kopabilirdi. En önemlisi de "Hititlerin ve Sümerlerin Türklüğünün" kanıtlanması, Avrupa' nın Türkler hakkındaki "barbar, ikinci sınıf, sarı ırka mensup" şeklindeki asırlık iddalarını yerle bir edebilirdi. Hiç şüphesiz, 20.  yüzyılın başlarında hammadde arayışıyla yanıp tutuşan Avrupa'nın, emperyalist saldırılarına dünya kamuoyunda haklılık kazandırdığını düşündüğü "çarpık tarih tezlerinin" sorgulanmasına tahammül etmesi beklenemezdi. 

     İşte Atatürk'ün amacı Batı'nın bu asırlık çarpık tarih tezlerini yıkmak, en azından bu tezlerin sorgulanmasını sağlamaktı; ama bunun için öncelikle "önyargıları ve genel kabulleri" parçalaması gerekiyordu.

     Atatürk, kimsenin sorgulamaya cesaret edemediği Batı'nın çarpık tarih tezlerinin karşısına bu tezleri altüst edecek, "ulusal tarih bilinciyle" çıktı. Atatürk, sözde tarihi gerçeklere dayanarak Anadolu'nun, Ermenilerin ve Rumların anayurdu olduğunu iddia eden ve böylece Türkleri Anadolu'da "işgalci" durumuna düşürmek isteyen Avrupa'ya, her fırsatta "Anadolu'nun öteden beri Türk yurdu olduğunu" haykırdı. Lozan Antlaşması'nın imzalandığı günlerde Adana'da halka şöyle sesleniyordu: 

     " ... Haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizlerindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk'tü, halde Türk'tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır. Gerçi bu güzel memleket kadim asırlardan beri çok kere istilalara uğramıştı. Aslında ve en başında Türk ve Turani olan bu ülkeleri İraniler zapt etmişlerdir. Sonra (ülke) bu İranileri yenen İskender'in eline düşmüştü. Onun ölümüyle mülkü taksim edildiği vakit Adana Kıtası da Silifkeli/erde kalmıştı. Bir aralık buraya Mısırlılar yerleşmiş, sonra Romalılar istila etmiş, sonra Şarki (doğu) Roma yani Bizanslıların eline geçmiş, daha sonra Araplar gelip Bizanslıları kovmuşlar. En nihayet Asya'nın göbeğinden tamamen Türk soyundan ırkdaşları buraya gelerek memleketi asıl ve eski hayatına yeniden kavuşturdular. Memleket nihayet asıl sahiplerinin elinde kaldı. Ermenilerin, vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur; bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir ...

     Atatürk'e göre, Türkler Anadolu'ya sonradan gelmiş değildi, onlar zaten hep buradaydı; Dolayısıyla, Anadolu'nun bilinen ilk büyük uygarlığını kuran Hititler, Türk'tü. 

     Şöyle diyordu: 

     " Türk Milleti! Sen Anadolu denilen yurda sonradan gelme değil, ilk yerleşip medeniyet kuranların çocuklarısın.

     Atatürk' e göre Anadolu, en aşağı 7.000 yıllık Türk yurduydu. Atatürk, Afet İnan'ın " Türk'ün Tarifi " adlı tezini okuduktan sonra bir sayfanın kenarına kendi el yazısıyla şu notu düşmüştü:

     " Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği, bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine yüksek sahne oldu. Bu sahne en az yedi bin senelik Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu, sonra onlara alıştı, onların oğlu oldu. Bugün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu, Türk oldu. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.

     Atatürk, dünyada geçerli olan klasik " Batı Merkezli Tarih Tezi' ne " 1930' larda Türk Tarih Tezi' yle karşı çıkmıştı. 

     Bu teze göre: 

     1. Dünyanın en eski uluslarından biri Türklerdir. 

     2. Türk ulusunun bilinen ilk yurdu Orta Asya'dır. 

     3. Brakisefal Türkler Orta Asya'da ilk ileri uygarlığı yaratmışlardır. 

     4. Orta Asya' dan doğal nedenlerle göç etmek zorunda kalan Türkler gittikleri yerlere ileri uygarlıklarını da götürmüşlerdir. 

     5. Anadolu'ya gelen Türkler Hititleri, Frigleri, Lidyalıları; Mezopotamya'ya göç eden Türkler Sümerleri, Asurluları, Babillileri; Akdeniz'e göç eden Türkler Mısırlıları ve Avrupa'ya 1 göç eden Türkler de Etrüskleri kurmuşlardır. Ege'ye göç eden Türkler ise Yunanlılardan çok daha önce bu bölgede ileri bir uygarlık yaratmışlardır.

     Atatürk, bu haliyle Türk Tarih Tezi'nin henüz tamamlanmadığını düşünüyordu. Türk Tarih Tezi'nin en önemli parçası kayıptı. Bu kayıp parçanın bulunabilmesi için temel bir soruya yanıt bulunması gerekiyordu. 

     "Türklerin bilinen ilk yurdu Orta Asya'dır. Peki ama Türkler Orta Asya'ya nereden, nasıl ve ne zaman gelmişlerdir?'' 

     J. Churchward'ın kitaplarında verilen bilgilere göre bu sorunun yanıtı sadece iki harften oluşuyordu: 

     MU! 

     "Türkler Orta Asya'ya Kayıp Kıta Mu'dan göç etmişlerdi. "

               Tahsin Bey' e Verilen Görev 

     Tahsin Bey, 1932 yılında Atatürk'le yaptığı özel sohbetlerden birinde Kayıp Kıta Mu ve Mayalardan bahsetmişti. 172 Bu sohbet, bir süredir bu konuda somut bir adım atmayı düşünen Atatürk'ü harekete geçirecekti. 

     Tahsin Bey, Atatürk'ün isteğiyle 1935 yılında Meksika Büyükelçiliği'ne atandı. Fakat Büyükelçi Tahsin Bey'in gerçek görevi çok farklıydı: Atatürk Tahsin Bey'i, Mu kıtası, Mayalar ve Türkler arasındaki ilişkiyi araştırmak ve Güneş Dil Teorisi hakkında yeni kanıtlar toplamakla görevlendirmişti. 

     Tahsin Bey, görevde kaldığı süre boyunca bu konuda raporlar hazırlayıp yurda göndermiştir.

          İşte O Raporlar

     Tahsin Bey'in Meksika' dan Atatürk'e ve Türk Dil Kurumu'na gönderdiği raporlardan elimizde olanların içeriği şöyledir: 

          1) 7. RAPOR: 

     " Türk Dil Kurnmu Riyaseti Aliyesine UYGUR, AKAD, SÜMER Türklerinin Pasifik Denizi'nde ilk insanlarınn zuhur ettiği (MU) kıtasından 70.000 sene evvel çıkıp Mu' daki büyük medeniyet, dil ve dinleri cihana yaydıklarına dair yepyeni ve mühim malumatı ihtiva eden RAPOR: "

     Tahsin Bey, bu raporunda genel olarak, J. Churchward'ın kitaplarının tanıtımı yapmış ve Kayıp Kıta Mu'ya ilişkin temel bilgilere yer vermişti: Mu'dan yapılan göçler, Mu'nun yüksek uygarlığı, Mu dininin özellikleri ve Mu'nun batışını yalın bir dille anlatmıştı. En önemlisi Uygur, Akad ve Sümerlerin Mu'dan çıkarak dünyanın değişik yerlerine yayıldıklarını kanıtlamaya çalışmış, Türk diliyle Maya dilini karşılaştırmıştı. 

     7. Rapor'un dikkat çeken üç önemli yönü vardı: 

     1. Mu dininin özellikle Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi tek tanrılı dinlere etkisi.

     2. Mu, Maya, İnka ve Atlantis uygarlıklarıyla Türkler arasındaki ilişki.

     3. Sümer, Akad ve Uygurların Mu' dan dünyaya yaydıkları.

     7. Rapor' da vurgulanan noktalardan biri Mu dininin özellikleriydi. Tahsin Bey, raporunda Mu dininin bazı önemli özelliklerini şöyle sıralamıştı:

     " 1. Ecdadımızın Mu kıtasında uzun asırlar zarfında yaptıkları derin ve ilmi tetkikat neticesinde Evren ve Kainatı muazzam ve son derece şuurlu ebedi bir Kudret' in muhtelif kuvvetler vasıtasıyla idare ettiği.ne, bu sonsuz Kudret'in mahiyetini insan olanın idrak etmesine imkan olmadığına iman etmişlerdir. 

      2. İnsanın madde ve ruhtan müteşekkil iki mevcudiyeti olduğuna ve maddi mevcudiyetin devamsız ve fani olduğu, ilahi olan ruhun ebediyen mevcut ve berdevam olduğu ( devam ettiği) .... "

     Tahsin Bey ayrıca Mu dininin en önemli özelliklerinden birinin reenkarnasyon inancı olduğunu ifade etmişti. 

     Tahsin Bey, yaptığı incelemeler sonucunda yeryüzündeki tüm dinlerin Mu kaynaklı olduğu sonucuna varmıştı. Tahsin Bey, bu konuda J. Churchward'dan etkilenmişti. Churchward, kitaplarında tek tanrılı dinlerden Museviliğin ve Hıristiyanlığın Mu'ya dayandığını ileri sürüyor, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın yaydıkları dinlerin temel ilkelerini, Mu dinini yaymak için yazılan Naakal tabletlerinden aldıklarını iddia ediyordu. Tahsin Bey, Atatürk'e gönderdiği 7. Rapor'da bu konuda şu değerlendirmeleri yapıyordu:

     "Musa, Mu'nun din ve uluhiyet hakkındaki telakkilerini Sina Dağı'ndaki Osiris Mabedi'nde tahsil edip Beni İsrail'e telkin etmiştir.

     "İsa da kurduğu dinin esaslarını Mu'dan almıştır. "

     Musevilik ve Hıristiyanlığın Mu kökenli olduğunu iddia eden Churchward, İslam dinı, Hz. Muhammed ve Mu ilişkisi hakkında doğrudan ya da dolaylı herhangi bir değerlendirme yapmıyor; kitaplarında İslam dininin Mu kaynaklı olduğuna yönelik herhangi bir bilgi ya da bulguya yer vermiyordu. Oysa ki Tahsin Bey Atatürk'e gönderdiği raporlarda (7. Rapor-14. Rapor) Hz. Muhammed'in de İslam dinini Hindistan'da Mu tabletlerinden öğrendiğini ileri sürüyordu. Tahsin Bey, bu yorumu yaparken, Churchward'ın, "Musevilik ve Hıristiyanlık Mu'ya dayanıyor'' tezinden etkilenmişti: Hz. Musa ve Hz. İsa Mu'dan etkilendilerse, pekala Hz. Muhammed de Mu'dan etkilenmiş olabilir!" mantığından hareket ederek kendince son derece ilginç çıkarımlar yapmıştı: Tahsin Bey, "İslamiyetin temel ilkeleri Mu'ya dayanır." tezini Churchward'ın, "Mu'nun "Kutsal Sembolleri" kitabında geçen "TA-HA" kelimesi üzerine oturtmuştu. 

     İşte Tahsin Bey'in Atatürk'e gönderdiği 7. Rapor'da, "Muhammed de Mu' dan Etkilendi" başlığıyla kaleme aldığı ilginç değerlendirmeler: 

     "Muhammed'in de tıpkı Musa ve Isa gibi Mu'nun dil ve dinini öğrendiği aşağıdaki mühim bir ipucundan istidlalen anlaşılacaktır: 

     Churchward'ın (The Sacred Seymbols of Mu) adındaki eserinin 130. sayfasında Mu diline ait en eski sözlerden biri olarak (TA-HA) kelimesinin zikri geçmektedir. Vaktile Mu kıtasına dahil olup, mezkur kıta battıktan sonra ayakta kalmış olan Pasifik Denizi'ndeki adaların yerli ahalisi arasında bu sözün ecdatlanndan kalma mukaddes bir söz olarak kullanıldığı hakkında izahata tesadüf etmekliğim üzerine derhal KUR'AN' da bir sure başını teşkil eden (TA-HA) kelimesini göz önüne getirip KUR'AN müfessirleri tarafından bu ana kadar manası izah edilememiş olan bu sözün Mu dilinde (Ta- yıldızlar, Ha- su) yani (su ihtiva eden yıldızlar) anlamında olduğunu Churchward'ın izahatından anladıktan sonra bu meçhulü bu suretle anlamaktan mütevellit bir sevinçle KUR'AN'da daha bu gibi manası malum olmayan (YA-SİN, TA-SİN, HA-MİM) gibi' esrarengiz sözlerden Mu diline ait o/malan ihtimalini göz önüne getirip Mu dilinin en çok saf bir halde aynı olan MAYA lügatine müracaat ederek tahminimde aldanmadığımı ve bu sözlerin de bervechi ati ( aşağıda görüleceği gibi) manalar ifade eden halis Mu sözleri olduklarınıı hayretle müşahede ettim. "

     " TA-HA sözündeki (TA- yıldızlar, HA-su) yani su ihtiva eden yıldızlar. Bunu Churchward'ın izahatına müsteniden ediyorum. Bu ipucunu elde ettikten sonra Maya lügatı vasıtasıyla diğerlerinin manalarını kendim halle muvaffak oldum:

     TA-SİN: (TA- yıldızlar, SİN- saha, mıntıka havali, yani yıldızların bulundukları saha, GÖK, SEMA. 

      HA-MİM: (HA- su! MİM - Mu kıtasının alfabetik sembolüdür. Mu yazısında MİM harfinin adı Mu olup, yazılışında 41. sahifedeki tabloda görüldüğü üzere şu şekilde küçük bir semboldür. Dikkate şayandır ki ilk yazılan KUR'AN'LARDA Mim harfinin aynı olan şeklinde yazılmıştır. Bu izahtan sonra HA-MİM sözünün manası (Suya batmış Mu kıtası) demektir. 
     
     YA-SİN: YA- yas, teessür, elem, SİN- saha, havali, yani elem ve mihnet sahası ve diğer bir tabirle (Küre-i Arz) demektir. YASİN sözünün manası (Yas içindeki yer) demektir. "

     "İşte bu Mu sözlerinin KUR'AN'da birer sure başlarında esrarengiz bir surette mevcudiyetleri Muhammed'in de tıpkı Musa ve İsa gibi Mu dilini ve dinini tahsil ve vücuda getirdiği dini İslam'ın vahdaniyet ve ruhun ebediyeti ve saire hakkındaki esasları Mu'dan Hindistan manastırlarına NAA-KAL'ler vasıtasıyla intikal eden ilim ve din esaslarından iktibas etmiş olduğuna delalet etmektedir. Bu hususta Muhammed'in hayatını yazan İslam tarihçileri, adı geçenin sabavetini ( çocukluğunu) müteakip birkaç sene MEKKE' den kaybolduğunu söylemeleri de185 Muhammed'in bu kayıp senelerini Mısır'da ve (onu) müteakiben Himalya manastırlarında Mu'nun dini ve ilmi eserlerini tetkik ve tetabu ile geçirmiş olduğuna kuvvetle ihtimal verdirmektedir." 

     "Esasen, Platon, Pisagor, Tahles, dö Milet gibi en meşhur Grek filozofiannın Mısır'da, Mu'nun yüksek felsefe ve ilimlerini tahsil ettikleri ve İsa'dan 500 sene evveline gelinceye kadar, Greklerin tahsil için tercihen Hindistan'a gittikleri hakkında Churchward'ın verdiği izahat dahi Muhammed'in diğer din vazedenler ve Yunan filozofian gibi eski zamanlarda bugünkü Oxford, Cambridge ve Paris Üniversitelerinin rolünü oynayan Mısır ve Himalya mabet ve mastırlarına giderek tahsil etmiş olduğuna şüphe bırakmamaktadır. "  

      Tahsin Bey' in 7. Rapor' u Türk Tarih Tezi'ne büyük katkılar sağlayacak bilgiler içeriyordu. Rapor bu yönüyle Atatürk'ün yanıt aradığı en temel soruya, "Türklerin Orta Asya'dan Önceki ilk Yurtlan Neresidir? " sorusuna çok açık ifadelerle yanıt veriyor ve adeta yeni bir dünya tarihi yazıyordu:

      " ... 70.000 sene önce Arzın 3. devresinde Mu'dan çıkan yüksek ilmü marifet ve medeniyet sahibi insanlar 3 muhtelif yolu takip ederek Asya, Avrupa, Afrika kıtalarına yayılmışlar ve oralara yüksek medeniyetlerini götürmüşlerdir: 

     1. kol:

     Bu kolu Mu'dan (MAYA) nam ile çıkarak Asya'nın şark kıyılarına ayak bastıktan sonra (UYGUR) namını alan MU çocukları teşkil etmektedir.  

     Uygurlar Asya'nın şark kıyılarınaa gemilerle çıkarak oralardan Orta Asya'ya ve müteakiben Balkanlara ve nihayet Fransa'nın garbındaki Brötanya ve İspanya'nın şimalindeki Bask arazisine ve İrlanda adasına kadar yayılmış la~ ve bu suretle Asya'nın şark kıyılarından Avrupa'nın garp sahillerine kadar uzanan cesim araziye Mu'nun ve tabiri diğerle Türklerin medeniyet, dil ve dinini neşretmişlerdir. 

     2. kol: 

     Bu kolu teşkil eden Mu çocukları Mu' dan gemilerle ve MAYA namile çıkarak Hindi Çin'i kıyılarına çıkmışlar ve oradan (BURMA) kıtası istikametinden Hindistan'a girerek oralarda (NAGA MAYA) namını alıp bu namda büyük bir imparatorluk vücuda getirmişler ve bu devlet 20. 000 sene devam ettikten sonra mukarız olmuştur (yıkılmıştır). Bu insanların bir kısmı Hindistan'ın garbinden gemileriyle Basra Körfezi'nin şimalinde Fırat nehri deltasına girerek bu yerlere (AKKAD) ve daha şimale ilerleyerek bu havaliye (SUMER) adını vermişler ve kendileri de bu namı almışlardır. 

     (AKKAD) sözü Naga Maya dilinde: Bataklık, yumuşak arazi demektir.

     (SÜMER) sözü Naga Maya dilinde: Düz arazi demektir .... 

     3. kol:

     Bu kolu teşkil eden Mu çocukları da diğerleri gibi Mu' dan çıkarken Maya namı ile çıkarak 15. sayfadaki haritanın en altındaki yolu takiben gemilerle Afrika' nın şarkında kain Gardaful burnuna yanaşarak oradan bugünkü ETİYOPİ kıtasına girdiklerinde (TAMİL) namını almışlar ve bunlardan bir kısmı da Kızıl Deniz' in garp kıyılarından bugünkü Sudan ve Nube arazisine yerleşerek bu araziye (MAYU) adını vennişler ve kendileri de bu ismi almışlardır. Eski Mısırlıların da aynen (MAYU) tesmiye ettikleri bu arazide ...  "

     Tahsin Bey, 7. Rapor'da özellikle, J. Churchward'ın kitaplarından yaptığı alıntılarla Uygur Türklerinin Mu kökenli olduğunu ve Türkçeyle Mu dili arasındaki benzerlikleri kanıtlamaya çalışmıştı. Tahsin Bey, "Mu Dili Bütün Türk Lehçelerinin Öz Kaynağıdır." başlığı altında Churchward'ın kitaplarına dayanarak şu bilgileri vermişti: 

     " Churchward, (The Continent of Mu) namındaki eserinin 106'ncı sayfasında Mu yani Güneş İmparatorluğu'nun Mu dilindeki adı (ULUMİL) olduğu ve aslen (U -LUM -İL) şeklinde mürekkep bir söz olup (U-O), LUUM. -Erazi, İL-Devlet, Kudret anlamında olarak (O ERAZİNİN İMPARATORLUĞU) manasını ifade etmekte olduğunu izah etmesi üzerine kulağımıza hiç yabancı gelmeyen (ULUMİL) sözünün başındaki (ULU) sözünün aynen Türkçe'deki (ULU) ve aradaki (M) nin de MU ve sonda bulunan (İL) in de aynen Türkçede devlet ve kudret manasını ifade eden bir söz olduğunu derpiş ederek (ULUMİL) sözünün pek eski şeklinin (ULU-MU-İL) tarzında olarak (Yüksek Mu İmparatorluğu) manasına gelen halis bir Türkçe söz olduğuna kanaat hasıl ettim. "

      Tahsin Bey'e göre Türklerin Mu kökenli olduklarının en güçlü kanıtlarından biri dil benzerlikleriydi. Özellikle Churchward'ın kitaplarına dayanarak bu tezi kanıtlamaya çalışıyordu. Örneğin bir yerde Mu dilinde Güneş'e (KİN) dendiğini belirterek, bu sözün Türkçe'deki GÜN, GÜNEŞ sözleriyle aynı anlama geldiğini yazıyordu:

     "Mumaileyh (adı geçen) müellifin (yazarın) (The Sacred Symbols of Mu) adındaki diğer eserinin 123. sayfasında (GÜN yani GÜNEŞ) sözünün Mu dilinde karşılığı (KİN) olduğunu görünce bunun da bizim GÜN sözümüzün mana ve hatta biraz telaffuz farkıyla aynı olduğunu anlamakla Mu diline ait tesadüf ettiğim (ULU -MİL) ve (KİN) sözlerini her ikisinin de Türkçe olmasından hareket ederek beşeriyetin ve ilk medeniyetin zuhur ettiği MU kıtasında konuşulan dilin Türk dili olduğuna Emin ve mutmain oldum.

     Mu dilinin güneş mefhumundan ınülhem (ilham alınınış) olarak vücuda gelmiş olmasına binaen ahiren ULU Önderimizin keşfe muvaffak oldukları (GUNEŞ- DiL) Teorisi'nin büsbütün tebarüz ( ortaya çıkması) ve teyidinde ( doğrulanmasında) hadim (yararlı) olacak çok mühim elemanların bu dilde mebzulen (bolca) mevcut olduğunda şüphe yoktur." 
   
     Tahsin Bey, " Uygur Türklerinin Cihanda Misli Görülmemiş Muazzam İmparatorluğu " başlığı altında Uygur Türklerinin Mu kökenli olduklarını yine o kendine has üslubuyla şöyle anlatıyordu: 

     "Asya'nın şark kıyılarından Avrupa'nın garp kıyılarına kadar uzanan geniş araziyi binlerce sene hüküm ve idaresi altında bulundurmuş olan cihanşümül muazzam Uygur imparatorluğu bütün Asya, Orta Asya ve Avrupa kıtalarına Mu kıtasında ecdatlarının meydana getirdikleri çok yüksek marif ve medeniyeti, dil ve dinleri neşretmiş ve 20.000 sene mevcudiyetten sonra bundan 12.000 sene evvel şarki Asya'yı garpten şimale doğru istila ve tamamen tahrip eden müthiş zelzeleler ve bunu müteakib sathi arzda dağların zuhuru üzerine bu büyük imparatorluk bütün nüfusu ile mahv ve harap olmuştu. Bugün dahi Orta Asyalı kavimlerin birçoğunun tarihi vakaları dağların Orta Asya' da zuhurunu mebde ittihaz ederek (başlangıç alarak) hesap etmekte olduklarınıı Churchward (The Children of Mu) namındaki eserinin 221. sayfasında zikrediyor. 

     Bu misli görülmemiş büyük doğal felaketlerin mahv ve harap ettiği saha 84. sayfadaki haritada görülmektedir.

     Bu büyük felaket Babilonyalılann, Asurilerin, Eski Mısırlıların tablet ve papirüslerinde yazılı olduğu gibi Tevrat, İncil ve Kuran'da (Tufan) namı altında mezkur bulunmaktadır. 

     Haritada görüldüğü üzere bu afetin tahrip elliği sah Grinwiç'in 180 derece şarkisinden başlayarak Alaska Kıtası' na kadar imtidat etmektedir. Bu felaketten garbi Asya ile Avrupa kıtalarıda etkilenmiştir. 

     Orta Asya'da jeolojik incelemelerde bulunan alimler gerek bu razinin ve gerek Uygur İmparatorluğu' nun Baykal Gölü cenuplarında daha önce yer alan (KHARA KHOTA) namındaki  başkenti ile diğer birçok gelişmiş ve düzenli şehir ve kasabalarının 15 metre derinliğinde kum ve çakıl taşları altında kalmakta olduklarını görmüş olmalarında şüphe bırakmamaktadır.

     KHARA KHOTA şehrinin bulunduğu yeri ilk defa Rus alimlerinden Koşlof keşfetmiş ve bu şehirde eskiliği 18-20.000 sene tahmin edilen çok mühim tarihi eserler bulmuştur. Bundan haberdar olması üzerine Churchward buralara giderek bizzat araştırmalar yaptığını, derin kum ve çakıl taşları altında yatmakta olduğunu gördüğü KHARA KHOTA şehri hakkındaki değerlendirmelerini eserlerinde anlatıyor. "

     " Doğal felaketlerin tahribatına ve bunu müteakip dağların birdenbire fırlaması felaketine uğramadan önce pek verimli mezru ( ekili) ovaları ve çeşitli ırmak, nehir ve gölleri ve geniş ormanları ihtiva eden Orta Asya arazisinin altüst olduğu ve nehirlerle ırmak ve göllerin mecraları kaybolarak bu güzel yerlerde ıssız ve kurak Gobi Çölü'nün bulunmakta olduğunu Churchward uzun uzadıya izah ediyor. 

     Uygur İmparatorluğu'nun Orta Asya'daki arazisi bütün nüfusu ile mahv ve harap olduktan birkaç asır sonra bu felaket sahalarında Kongoloid tipınde birçok küçük kavimler türediği ve bunların başlıca kısmını teşkil eden Tatarlar arasında zuhur eden iki meşhur şahsiyetin Cengiz Han ile Kubilay Han olduğunu beyan ediyor.
     
     Bunu müteakip Churchward Aryen nam ile maruf kavimlerin Uygur Türklerinin zürriyetleri olduklarını ve bu suretle Tötonların, Seltlerin, İslavların, Baskların, Brotonların ve İrlandalıların ecdadları Uygurlar olduğu gibi Medlerle Farsların da keza Uygur zürriyetleri olduklarını ve bugün İran bayrağında ufukta görülen güneş resmi İran kıtasının pek eski zamanlarda Mu'nun kolonyal imparatorluğu olan Uygur İmparatorluğu'na tabi olduğunu göstermekte olduğunu ve saire hakkında (The Children of Mu) namındaki eserinin 338, 339, 340. sayfalarında uzun izahat vermektedir. "

     7. Rapor' unda uzun uzadıya, J. Churchward' ın kitaplarına dayanarak Uygur İmparatorluğu' nun Mu' dan gelen Türklerin kurduğunu kanıtlamaya çalışan Tahsin Bey, Uygur İmparatorluğu büyük doğal felaketler sonucunda yıkıldıktan sonra Orta Asya' da yüzlerce yıllık ilkel bir dönem yaşandığını ve yüzlerce yıl sonra " Uygurlarla aynı ırktan olan ecdadımız " ın yeniden tıpkı Uygur İmp. gibi uygarlık alanında ileri imparatorluklar kurduğunu ifade ediyordu. 

     Ona göre Uygurları kuranlar istisnasız Mu'nun çocuklarıydı.

     Şöyle diyordu: 

     "1. Kol: Bu kolu Mu' dan (Maya) namı ile çıkarak Asya'nın şark kıyılarına ayak bastıktan sonra(UYGUR) namını alan Mu çocuktan teşkil etmektedir." 

     7. Rapor'a göre, Akad ve Sümerleri kuranlar da Mu'dan göç eden Türklerdi. Tahsin Bey Sümerlerin ve Akadların da tıpkı Uygurlar gibi Mu' dan çıktıklarını kanıtlamaya çalışıyordu. Böylece Akadlar ve Sümerlerin Uygurlarla akraba olduğunu göstererek "Akadların ve Sümerlerin Türklüğü" tezini güçlendiriyordu. Özellikle Sümerlerin Türklüğü tezinin Atatürk için çok önemli olduğu dikkate alınacak olursa Tahsin Beyin bu konudaki açıklamalarının Atatürk'ü heyecanlandırdığı söylenebilir: 

     " ... Mu'dan Maya namı ile çıkarak Hindistan'a Burma kıtası yoluyla geldiklerinde NAGA MAYA namını alan MU çocuktan Hindistan'ın garp kıyılarından gemilerle Basra Körfezi'nin şimalinde Fırat Deltası'na girdikten sonra bu araziye NAGA MAYA dilinde yumuşak ve bataklık yer manasını ifade eden (AKKAD) namını ve bilahare DİCLE ve FIRAT nehirlerinin yukarılarına yayılarak bu havaliye de NAGA MAYA dilinde düz ve ova anlamında olan (SÜMER) ismini vermiş ve kendileri de bu namları takınmış olduklarını raporumun 16. sayfasında arz etmiş idim. 

     Esasen aynı millet olan AKKADLARLA SÜMERLER Mezopotamya'ya yerleştikten sonra BABİLONYALI namını almışlar ve kurdukları devlete de (BABİLONYA) devleti namını vermişlerdir. Babilonya Devleti 16.000 sene evvel kurulmuş olan Mısır Devletinden daha eskidir. 

      7000 sene önce Kafkasya ve ARAKAT dağları havalisinden inen SEMİTİKLER Babilonya Devleti' ni kaldırarak yerine ASURİ krallığını tesis etmişlerdir. Bu Semitikler (AKKAD) ve (SÜMER) leri kılıç kuvvetiyle imha etmeyip bunlarla kaynaşmışlardır. 

     ASURİ krallığı zamanında yüksek ilim ve fen yine SÜMERLERİN elinde kalarak devam etmiştir.

     UYGUR, AKKAD, SÜMERLER gibi MU çocukları olan SİMİTİKLER evvela MU kıtasından gemilerle YUKATAN' a gelmişler ve buralarda (ZAHİA) şehrini inşa etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı YUKATAN' dan hareket ederek ATLANTİS kıtası yolu ile KARA DENİZ' in şark kıyılarına çıkmışlar ve oradan Kafkasya ovalarına, Hazar Denizi' nin etrafına ve ARARAT dağları havalisine yerleşmişler ve bu yeni vatanlarına YUTAKAN' a kurdukları ZAHİA şehrinin adını vermişlerdir... (The Children of Mu - Sayfa 236) "

     Tahsin Bey' in, J. Churchward' ın kitaplarına dayanarak kaleme aldığı bu satırlar etkileyici ve şaşırtıcıydı. Çünkü Tahsin Bey'in bu anlattıkları, bilinen "Eski Ön Asya Tarihi" anlatımlarından çok farklı, çok özgün anlatımlardı. Tahsin Bey'in 7. Rapor'undaki bu satırlar özellikle Türk Tarih Tezi'nin hararetle yanıt aradığı Sümerlerin kökeni ve Mezopotamya'ya nerden ve nasıl geldikleri sorusuna alternatif bir yanıt verdiği için çok çok önemliydi. 

     Tahsin Bey, 7. Rapor'da, kayıp uygarlık Atlantis'le Türkler arasındaki ilişkiye de dikkat çekmişti: 

     " ... Atlantis ahalisinin idaresine ait hükümet teşkilatının 10 adetinin ez'afına  göre 10, 50, 100, 1000 ve ihl. (ve diğerleri) tarzında gruplara ayrılan ahalinin başlarına getirilen idare adamlarına ( on başı, elli başı, yüz başı, bin başı ve ilh. ) namlarını Atlantis dilinde ifade eden ünvanlar ve bu hususiyetin Türk idari teşkilatında aynen böyle olduğu gibi, Atlantis Kıtası' ndan pek eski zamanlarda 60 gemi ile İrlanda Adasına ilk maarif ve medeniyeti götüren ve maden işlemesini öğreten ilk şefin (TUATA) ve (NUATA) namlarını taşımaları Atlantis Medeniyetinin Mu kaynağından, yani Türk ırklarının Mu kıtasında vücuda getirdikleri yüksek medeniyetten çıkmış olduğunu göstermektedir. 

     Donnelly' nin bu eserinde Türk ırkının çok eski ve şanlı mazisine ait daha birçok malumat bulunmakta olduğunu ayrıca arz ederim .... "

     Tahsin Bey, ayrıca Amerika'nın eski halklarından İnkaların da Türklerlee akraba olduklarını kanıtlayacak bazı bulgular ele geçirmışti. Tahsin Bey, Peru'da İnka İmparatorluğu'nu kuran "MANKO-KAPAK" adlı hükümdar ve İspanyol işgal ordusu kumandanı Pizarro' nun emri ile 1533'te öldürülen "ATAHUALPA" adlı hükümdarın taşıdıkları isimlerin Türk diline hiç de yabancı olmadığını ifade etmişti.

     Tahsin Bey, aynı raporda Yunanlıların da Mu kökenli olduklarını iddia ediyordu.

     Tahsin Bey 7. Rapor'unun sonunda Atatürk'e ve TDK'ya bir teklifte bulunuyor ve kayıp Mu kıtası hakkında en önemli araştırmaları yapan J. Churchward'ın Türkiye'ye davet edilmesini istiyordu. Tahsin Bey Churchward'ın ikamet adresini bile bulmuş ve 7. Rapor'un sonuna eklemişti.

     Tahsin Bey'in, J. Churchward'ın Türkiye'ye çağrılması önerisine Atatürk değişik nedenlerle sıcak bakmamış olacak ki, Churchward Türkiye'ye gelmemiştir. Belki de Atatürk 80 küsur yaşındaki bir bilim insanının Amerika-Türkiye arasındaki uzun ve yorucu yolculuğa dayanamayacağını düşünerek onu Türkiye'ye davet etmemiştir. Elimizde herhangi bir kanıt olmamasına karşın belki de Churchward kendisine yapılan Türkiye'ye gelme teklifini değişik gerekçeler ileri sürerek geri çevirmiştir.
     
     7. Rapor'un en önemli özelliklerinden biri Atatürk'ün uğruna bu kadar araştırma yaptırdığı Kayıp Kıta Mu'nun adinin ne anlama geldiğinin açıklanmasıydı. Tahsin Bey Mu sözcüğünün anlamını Churchward'ın "Mu'nun Çocukları." kitabına dayanarak şöyle açıklamıştı: 

     " (MU) sözünün manası: 

     Churchward, (Children of Mu) namındaki eserinin 87'nci sayfasında (MU) veya (MA) veyahut (MAMA) sözlerinin hep aynı manayı ifade ettiklerini ve yerine göre bunların (Küre-i Arz) veya (Agız) anlamında olduklarını izah ediyor.

     Aynı eserin 172'nci sayfasında bugünkü Kamboe Kıtasına vaktiyle dahil olan (BURMA) kıtasının taşıdığı adın MU dilinde (BUR- Yeni), (MA- Erazi) demek olduğunu ve bu suretle (BURMA) sözünün (YENİ ARAZİ) anlamında olduğunu Churchward izah ediyor .... "

     "Bu sözün Peru dillerindeki manası (BÜYÜK VATAN) yani (MU KITASI) olduğu ... anlaşılıyor ... " 

  
          2) 8. RAPOR: 

     "Şimali Amerika (Texas) eyaletindeki yerlilerin konuştukları (ATAKAPA) dilinde bulduğum Türkçe sözler ... "

     Tahsin Bey, bu raporunda, Kuzey Amerika'da Texas Eyaleti' ndeki yerlilerin "ATAKAPA" adındaki dillerinde tespit ettiği 25 kadar Türkçe söze yer vermişti.

     Tahsin Bey, 8. Rapor'una Kişe dilinde ve Maya dilindeki bazı kelimelerin Türkçe olduğunu kanıtlamaya çalışarak son vermişti:

     "Kişe dilinde · ............. BOR ........... Delmek anlamındadır. Delmek aleti olan (BURGU) sözümüzün zahiren (Burmak) mastanndan çıktığı anlaşılıyor ise de burmak için değil, delmek için kullanılan Burgu'nun Kişe dilinde delmek manasında olan Bor kelimesinden çıktığı ve bu suretle Burgu'nun vaktile asıl şekli (Borgu) olması ve Kişe dilinde olduğu gibi eski Türk dilinde delmek anlamında (Bormak) mastannın mevcut bulunmuş olmasına kuvvetle ihtimal vermekteyim.

     Maya dilinde ............... KUBA ........ Meşhur (Kuba) adasının taşıdığı adın, (Ku- Mukaddes, mübarek) ve (BaBaba, amir, efendi.... ) anlamında olan iki Maya sözünden müteşekkil olduğunu ve bütün Antil adalannın en büyüğü olduğu için bu adalann babası, amiri, efendisi anlamında olarak bu adaya (KUBA) adinin verilmiş olduğuna Brasseur de Bourbourg'un (Quatre Lettres sur Le Mexique) adındaki eserinin 228 ve 329'uncu sayfalarındaki izahattan anlamaklığım üzerine bu adın başındaki Ku'nun, Kudat-ku Bilik terkibinde görüldüğü üzere eski Türkçe'de de (Mübarek, mukaddes) ve Ba'nın da çifte Ba hecesinden müteşekkil Baba sözümüzle efendi ... anlamında ahiren kullanmaya başladığımız Bey sözünün aynı olduğu vazıhan görülmekte ve bu da Türkçe ile Maya dili arasındaki sıkı karabeti (akrabalığı) bir kere daha ispat ve teyit etmektedir." 

     Tahsin Bey, 8. Rapor'unun sonunda Haiti Adası'ndaki yerlilerin kullandığı tanıdık bir sözcüğe, "TURAN" sözcüğüne yer vermişti.

     "Bu raporumda Meksika dillerinde bulduğum birtakım sö~ler arasında bilhassa (TURAN) sözünün Haiti Adası'ndaki yerlilerin dillerinde (Göke mensup millet) anlamında mevcut bulunması ve hatıra hayale gelmeyecek bir surette (KUBA) kelimesinin de pek eski ve halis Türkçe bir söz olmasının hayrete şayan olduğunu arz eyler ve bilvesile en derin saygılarımı sunarım. Meksiko Maslahatgüzan Tahsin Mayatepek. "

     Tahsin Bey 8. Rapor'da Meksika'da konuşulan değişik dillerdeki bazı kelimelerin Türkçe olduğunu kanıtlamaya çalışmıştı. Bu raporda Kayıp Kıta Mu'yla Türkler arasındaki ilişkiden çok "Tüm dillerin kaynağının Türkçeye dayandığını ileri süren Güneş Dil Teorisi"ni güçlendirecek kanıtlara yer verilmişti. 

          3) 9. RAPOR: 

     "Uzun seneler Meksika ve Guatemala yerli akvamın (kavimlerin) dil ve din ve tarihleri hakkında tetkikatta bulunmuş olan Fransız alimlerinden (Brasseur de Bourbourg'un) 1868 senesinde Paris'te neşrettiği (Quatre lettree sur la Mexique) namındaki eserinde Meksika ve Orta Amerika yerlilerine ait verdiği uzun izahat arasında zikrettiği birtakım yerli sözlerinin biraz telaffuz farkıyla Türkçe'de mevcut olduklarını görmekliğim üzerine bun lan sıra ile aşağıda arz ediyorum:" 

     Tahsin Bey 9. Rapor'unda, Brasseur de Bourbourg'un "Quatre Lettree Sur la Mexigue" adlı eserinde Meksika yerlileri hakkında verdiği bilgiler içinde belirlediği birtakım Türkçe sözlere yer vermişti.

     Tahsin Bey 9. Rapor'unda yine Amerika'daki değişik toplumların dillerindeki bazı kelimelerin Türkçe olduklarını kanıtlamaya çalışıyordu. 9. Rapor'daki kelime analizleri yine Güneş Dil Teorisi'ni güçlendirecek türdendi. 

          4) 10. RAPOR: 


     "Peru ve Bolivya yerlilerinin konuştuk/an (Kişua) ve (Aymara) dillerinde bulunan (ASURİ) ve (SÜMER) sözleri:"

     Tahsin Bey bu raporunda, Pablo Patron'un "Kişua ve Aymara" dilleri konulu eserinde geçen Sümer ve Asur sözlerine yer vermiş ve bu sözleri Türkçeyle karşılaştırmıştı. 

    Tahsin Bey'in 1 O. Rapor'u, Atatürk'ün ileri sürdüğü Türk Tarih Tezi'nin en temel iddialarından biri olan "Sümerlerin Türklüğü"ne yönelik yeni ve güçlü kanıtlar içerdiğinden son derece önemlidir. Tahsin Bey söz konusµ raporunda, bir bölümünü yukarıda aktardığımız karşılaştırmalı kelime analizlerinden sonra, elde ettiği diğer kaynaklara ve J. Churchward'ın Mu konulu 4 kitabına dayanarak Türk Tarih Tezi'ni güçlendirecek çarpıcı yorumlar yapıyordu. Tahsin Bey Amerika'daki değişik toplumların dillerinde Türkçe ve Sümerce sözlerin bulunmasını Uygur Türklerinin ve Sümerlerin ortak bir kaynaktan dünyaya yayılan akraba halklar oldukları biçiminde yorumluyordu. Tahsin Bey'e göre bu ortak kaynak Kayıp Mu kıtasıydı. Uygur Türkleri ve Sümerler Mu'dan çıkarak doğrudan Amerika kıtasına gelmiş olabilirlerdi. Tahsin Bey, bu yorumuyla aslında Türk Tarih Tezi'ne yeni bir açılım da getiriyordu. Türk Tarih Tezi'ne göre Türkler dünyanın dört bir yanına Orta Asya'dan yayılmışlar ve gittikleri yerlere ileri uygarlıklarını da götürmüşlerdi. Bu teze göre Türkler Orta Asya' dan Bering Boğazı yolunu kullanarak Amerika' ya geçmişlerdi. İşte Tahsin Bey elde ettiği bulgulara dayanarak bu tezi sorguluyor ve Sümerlerin (Sümerler Türk kabul ediliyor) Amerika' ya Orta Asya' dan değil doğrudan Kayıp Kıya Mu' dan gitmiş olabilecekleri ihtimali üzerinde duruyordu; fakat Tahsin Bey yine de bu konu da kesin bir yargıya varmaktan kaçınarak konuyu Türk Tarih Kurumu' nun açıklığa kavuşturmasını öneriyordu. Sümerlerin ve Türkçe - Sümerce kelimelerin Amerika' ya Orta Asya' dan mı yoksa doğrudan Mu' dan mı gittiği bir yana, en önemlisi Tahsin Bey' in bulguları Sümerlerin de tıpkı Uygurlar gibi Mu kökenli olabileceğini gösteriyordu.

     İşte 10. Rapor' da Tahsin Bey' in Türk Tarih Teziyle ilgilenenlere yeni bir açılım getiren o çarpıcı sözleri:

     " ... Bu suretle gerek Türkçe ve gerek Sümerce sözlerin Peru (Amerika) kıtasındaki dillerde bulunmalannı biz Türkler pek eski zamanlarda Türklerle Sümerlerin Bering Boğazı'ndan Amerika kıtasına girerek bu kıtanın Pasifik Denizi kıyılarını takiben Peru'ya ve daha cenuptaki (güneydeki) araziye ilerlemiş olmalaarını ve bu sözlerin bütün Amerika arazisine bu vechile intikal etmiş olduklanna ... bulunmaktayız. Halbuki evvelce takdim ettiğim 7 numaralı raporumla Amerikan alimlerinden Colonel James Churchward'ın 4 kıta mühim tarihi eserinden hülasaten (özetle) arz ettiğim malumata (bilgiye) göre en eski Türk ırkını teşkil eden Uygur, Akad, Sümer kavimlerinin Orta Asyalı olmayıp beşeriyetin ilk vatanı olan Pasifik Denizinde kain (Kayıp) MU kıtasından cihana Mu'nun yüksek kültürünü, medeniyetini yaydık/an anlaşılmakta olması hasebiyle Şimali (kuzey), Orta ve Cenubi (güney) Amerika' daki yerli akvamdan (kavimlerden) birçoğunun dillerinde serpinti halinde mevcut bulunan birçok Türkçe sözlerden başka Peru' da konuşulan Kişan ve Aymara dillerinde bulunan Türkçe ve Asuri ve Sümerce sözlerin buralara ve bütün Amerikan arazisine Bering Boğazı'ndan gelen Türkler ve Sümerler vasıtasıyla yayıldığı, yoksa Churchward'ın izahatı veçhile (açıklaması yönünde) (MU) kıtasından binlerce ve binlerce sene evvel çıkmış olan Uygur, Akkad ve Sümerler tarafından mı getirilmiş olduk/an hakkında kati bir fikir dermiyan etmek (ileri sürmek) mümkün olmadığından bu çok mühim  tarihi meselenin Tarih Kurumu'nca tetkikinin icap etmekte olduğunu arzu ... eylerim. "


      10. Rapor'da geçen bu satırlarla fazlaca ilgilenen Atatürk için, "Türklerin Amerika'ya Bering Boğazı yoluyla Orta Asya'dan mı, yoksa Pasifik Okyanusu yoluyla doğrudan Mu kıtasından mı gittikleri?" sorusunun içinde barındırdığı "gerçeklik", bu soruya verilecek yanıt kadar önemliydi. O gerçeklik, "Türklerin çok eski çağlarda öyle ya da böyle Amerika'ya gittikleriydi."

          5) 11. RAPOR: 

     "Peru kıtasında vaktiyle hükümdarlık etmiş İnka yeni İmparatorlanndan birkaçının taşıdıkları adların bünye ve tasavvut itibariyle Türkçeye çok benzemekte olduğuna dair rapor. "

     Tahsin Bey bu raporunda, İspanyol Pizarro'nun işgalinden önce Peru'da hükümdarlık yapmış olan İnka imparatorlarının taşıdıkları adların ve birtakım sözlerin Türkçeye benzediklerini göstermeye çalışmıştı. 

     Tahsin Bey, 11. Rapor'unun sonunda "L'Empire Socialista des Inka" adlı eserde yer alan Kişua diline ait bazı kelimelerin Türkçe olabileceklerini düşünerek söz konusu kelimeleri Türkçeyle karşılaştırmıştı.

     Tahsin Bey, 11. Rapor'unun sonunda Amerika'daki değişik dillerde yer alan Türkçe kelimeleri hangi kaynaklardan yararlanarak belirlediğini açıklıyor ve Sümerlerle Türkler arasındaki akrabalığa bir kere daha dikkat çekiyordu. 

     " Peru yerlilerinin konuştukları Kişua dili hakkında ilk defa İspanyol rahiplerinden Ki Pedro Garsia ile Ki Dr. Boehe tetkikatta bulunmuşlar ve bu dilde mühim miktarda Asuri ve Sumer sözleri bulunduğunu anlamışlardır. Zamanımızda ... meşhur filolog Müller dahi Kişua dili ile ... Türk dili arasında derin münasebet mevcut bulunduğuna kanaat hasıl etmiş ve Leonomıatıt ile Homae/'itıde Kaide kıtasında konuşula,, Siittıer dili ile Türk dili arasında sıkı bir karabet (akrabalık) olduğunu beyan ve izah ettiklerini Pern dilcilerindetı (Pablo Patron) 1900 senesinde Pent'da Liına şehrinde neşrettiği (Origan del ... del Aymara) adlı eserinin 9 ve 10. sayfalannda zikir ve beyan etmekte olduğunu derin tazimlerimle arz eylerim. Meksiko -Çapul Tepek -28 Temmuz 1936. Meksiko Maslahatgüzan Tahsin Mayatepek."

          6) 13. RAPOR: 

     "Arjantin'in şimalindeki (kuzeyinde) yerlilerin konuştukları (LULE) dilinde bulduğum Türkçe sözler ... "

     Tahsin Bey bu raporunda Arjantin'in kuzeyindeki yerlilerin konuştukları LÜLE dilinde bulduğu Türkçe kelimelere, söz konusu dilin gramerinin Türkçeye benzediğine dair örneklere ve açıklamalara, Güney Amerika 'nın değişik bölgelerindeki yerlilerin konuştukları TUPİ veya diğer adıyla GUARANİ adlı dilde tespit ettiği Türkçe kelimelere yer vermişti. 

     Tahsin Bey Lüle dilindeki daha pek çok kelimeyi Türkçeyle karşılaştırdığı bu raporunda Lüle dilindeki bazı kelimelerin de (Eyüp, Zamk ... gibi) Arapça olduklarına dikkat çekmişti. Tahsin Bey ayrıca Türkçeye çok fazla benzeyen Lüle dilinin grameriyle Türk dilinin gramerini karşılaştırmış ve her iki dilin yapısal benzerliklerinden söz etmişti. 224 Tahsin Bey 13. Rapor'unu "Tupi" (Guarani) dilinde belirlediği bazı Türkçe kelimeleri sıralayarak ve Tupi dilinin gramer yapısını Türkçenin gramer yapısıyla karşılaştırarak bitirmişti. Tahsin Bey'in 13. Rapor'unda yer verdiği bazı Tupice kelimeler ve Türkçe karşılıkları şöyleydi: "Ayıki, Ayıklamak; Ete, Öte; Gitekobo, Gitmek, yürümek; Takikeri, Geri, arka; Titi, Titremek; Önende, Ön, Önünde... "

     Tahsin Bey'in 13. Rapor'daki başarılı kelime analizleri iyi bir dil analizcisi olan Atatürk'ün çok hoşuna gitmiştir. Amerika' daki çeşitli dillerde yer alan ve Türkçe oldukları neredeyse kesin olan pek çok kelime Türklerin eski çağlarda bir şekilde Amerika' ya gittiklerini kanıtlamaktaydı. Tahsin Bey' in 13. Raporu' uyla Amerikan dillerindeki pek çok kelimenin Türkçe olduğunu öğrenen Atatürk, Amerika' da Türk izleri aramakta ne kadar haklı haklı olduğunu görmekten derin bir haz ve büyük bir heyecan duymuş olsa gerek.

     13. Rapor sadece Amerika' daki Türk izlerini somutlaştırmakla kalmıyor , Türk dilinin yayıldığı alanın genişliğini göstererek Güneş Dil Teorisi' ni de güçlendiriyordu.

          7) 14. RAPOR 

     MEKSİKA GÜNEŞ KÜLTÜ

     "Orta Asya'daki ecdadımız gibi Güneş Kültü,ne salik olan Meksika yerlilerinin Güneşe tazim ayinlerini ne suretle yapmakta oldukları ve Ezan, Abdest ve Secde gibi Müslümanlığa aid oldukları zan olunan hususatın Müslümanlığa Güneş dininden girdiği ve İslam dininde vazıh bir manası olmayan Secdenin Güneş Kültü'nde çok derin bir manası olduğuna ve saireye dair mühim malumat ve izahatı havi rapor. "

     Tahsin Bey bu raporunda Maya dininin İslam dini üzerindeki etkilerini ayrıntılı olarak anlatmaya çalışmıştı. İslamın temel ibadetlerinden ve sembollerinden namaz, abdest, oruç, ezan, sünnet, Kabe ve bazı dinsel törenlerin, ölü yıkama geleneği ve Mevlevi anlayışındaki dönerek Allah'a yaklaşma fikrinin hep Mu kaynaklı olduğunu resimlerle, karşılaştırmalarla ve yorumlarla anlatmaya çalışmıştı. 

     Tahsin Bey'in 14. Rapor'u, İslam dinindeki inanç ve ibadete dair hükümlerin Mu kökenli olduklarını kanıtlamaya yönelik 40 sayfalık uzun bir rapordu. Bu yönüyle 14. Rapor, 7. Raporun devamı gibiydi. 

     Tahsin Bey bu raporunu hazırlarken, sadece J. Churchward' ın ve diğer Mu uzmanlarının görüşlerinden, ileri sürdükleri kanıtlardan yararlanmakla yetinmemiş, Meksika yerlilerinin -Mu kökenli olduğunu düşündüğü- törenlerine bizzat katılmış ve raporunda bu gözlemlerine de yer vermişti; Meksika' daki dinsel törenleri İslam dini ve kültürüyle kıyaslayarak sonuçlar çıkarmıştı. 

     Tahsin Mayatepek, 1935'te Meksika'da Kuzey Amerika Kültür Cemiyeti üyeleri için Çapul Tepek Parkı'nda, Meksika yerlileri tarafından düzenlenen" Güneşe Tazim" ayinini Türk Mevlevi ayinlerine benzetmiş ve Mevlana'nın Mu inancından etkilendiği sonucuna varmıştı:

     "Bunların aynen Mevleviler gibi birbirine dokunmamaya itina ederek dönmeleri ve nisfiylerin hüseyni ve hicazkan kürdi çeşnisinde nameler çalmaları ve küdümlerin de Mevlevi tempousu ile çalınması pek ziyade hayretimi mucip olmakla Mevlevi ayininin bütün teferruatına kadar güneş kültünden alınmış olduğundan şüphem kalmadı.  ... "

     ....

     14. Rapor Tahsin Bey'in Meksika'dan Atatürk'e gönderdiği son rapordu. Tahsin Bey bu raporunun sonunda Meksika'da 3 yıla yakın zamandır devam eden çalışmalarını tamamladığını belirterek artık burada kalmasının zaman kaybından başka bir anlam ifade etmeyeceğini, bu nedenle Mu, Mayalar ve Türkler hakkındaki araştırmalarını daha da da derinleştirmek için Güney Amerika'da Rio de Janeiro Büyükelçiliği'ne tayin edilmek isteğini dile getiriyordu:

     " ... Tayin ve izamıma lütuf ve inayet buyurmalarını derin tazimlerimle, mübarek ellerini öperek velinimetim yüksek önderimiz Ulu Atamız' dan istirham eylerim. "

     14. Rapor, Tahsin Bey'in Atatürk'e gönderdiği raporlar içinde en çok tartışılan ve hakkında en çok spekülasyon yapılan rapordur. 

     Tahsin Bey'in raporları Atatürk'ü heyecanlandırmış, özellikle Mu'nun Türklerin anayurdu olabileceğine yönelik inancını güçlendirmişti.  

          Tahsin Bey'in Raporlarına Atatürk Eleştirisi 

     Atatürk Tahsin Bey'in 14 raporundan birçoğunu beğenmişti; çünkü Tahsin Bey Atatürk'ün yanıt aradığı pek çok soruya, hatta daha fazlasına raporlarında ayrıntılı yanıtlar vermişti. Atatürk bu raporlardan sonra Kayıp kıta Mu'nun Türklerin Orta Asya' dan önceki ilk yurtları olabileceğine, Güneş Dil Teorisi'nin doğruluğuna, Sümerlerin ve Akadların Türk kökenli olduklarına ve Türklerin çok eski çağlarda Anıerika'ya gittiklerine daha çok inanmaya başlamıştı. Fakat Atatürk'ün Tahsin Bey'in raporlarında özellikle bazı konulara ciddi eleştirileri vardı. Kanımca Atatürk Tahsin Bey'in 7. Rapor'undaki bazı bölümler ile 14. Rapor'un büyük bir bölümünü beğenmemişti. Bu raporlarda Atatürk'ün eleştiri oklarını yönelttiği bölümler genelde "dinle'' ilgiliydi. 

     Atatürk'le Tahsin Bey arasındaki sıcak ilişki Tahsin Bey'in uzun 7. Rapor'undan sonra birdenbire yerini gerginliğe bırakmaya başlamıştı.

     Meksika'da araştırmalarını sürdüren Tahsin Bey birkaç ay sonra Türk Dil Kurumu'ndan bir mektup aldı. Bu mektup aslında Tahsin Bey'le Atatürk arasındaki gerginliğin ilk işaretiydi. Bu mektuptan sonra Tahsin Bey'le Atatürk arasındaki doğrudan iletişim sona eriyordu. Bundan sonra Tahsin Bey'le Atatürk arasındaki iletişim Türk Dil Kurumu'nca sağlanacaktı. 

     Mektupta, "Raporlarınızı doğrudan doğruya Ulu Önderimizin yüce huzurlarına sunmanız tabii ise de kurum dosyalarında yer tutmak üzere bunların birer nüshasının da Genel Sekreterliğe bildirilmesi çok faydalı olur" denilerek, Tahsin Bey'den bundan sonra raporların birer nüshasını da Türk Dil Kurumu'na göndermesi isteniyordu: Bu nazik isteğin arkasında yatan gerçekler ise çok farklıydı.

     Tahsin Bey, Türk Dil Kurumu'ndan böyle bir mektup aldığı için mutlu olmuştu. Çünkü bu mektup, gönderdiği raporların Atatürk tarafından incelendiğini ve Atatürk'ün Türk Dil Kurumu'ndan bu konuyla ilgilenmesini istediğini gösteriyordu. Bu da Atatürk'ün, Tahsin Bey'in raporlarını önemsediğinin işaretiydi. Nitekim Tahsin Bey, 7 Mart 1936'da Türk Tarih Kurumu Genel Sekreteri İ. Necmi Dilmen'e gönderdiği mektupta duyduğu memnuniyeti şu sözlerle dile getiriyordu: 

     "Şimdiye kadar takdim ettiğim 6 kıta raporun Ulu önderimiz'in manzuru devletleri okuduktan sonra Sayın Dil Kurumu'na da bildinniş olduğunu işan alilerinden anlayarak çok memnun oldum."

     Tahsin Bey'in bu sözlerinden, raporları inceleyen Atatürk'ün doğrudan doğruya Tahsin Bey'le yazışmadığı, görüşlerini Türk Dil Kurumu aracılığıyla Tahsin Bey'e ilettiği anlaşılmaktadır. Tahsin Bey'in TDK Genel Sekreteri'ne gönderdiği "İlişik: 7 Kıta Rapor"unun sonundaki şu cümleler de Atatürk'ün doğrudan doğruya Tahsin Bey'le yazışmadığını kanıtlamaktadır: 

     "ULU ÖNDERİMİZ'in bu rapor hakkındaki mütalaaları ile birlikte fikri alinizi de bildirmek lütfunda bulunursanız pek müteşekkir ve minnettar olacağımı arz ve bilvesile derin hürmetlerimi teyid eylerim çok sayın Bay. Meksiko Büyükelçisi, Tahsin Mayatepek. "  Ayrıca, TDK Genel Sekreteri'nin 24.3.1936 tarihli mektubundaki, " ... İşaret ettiğiniz tashih Ulu Önderimize bildirilecektir." cümlesi de, TDK'nın Tahsin Bey'le Atatürk arasında "aracılık" yaptığını kanıtlamaktadır.

     Tahsin Bey'i Meksika'ya gönderen Atatürk'ün Tahsin Bey'le doğrudan yazışmak yerine TDK aracılığıyla iletişim kurması düşündürücüdür (Atatürk, Avrupa'da tarih doktorası yapan Afet İnan'la doğrudan mektuplaşıyordu). Mu uygarlığıyla Türkler arasında gerçekten bir ilişki olabileceğine inanan Atatürk, kanımca Tahsin Bey'in raporlarındaki bazı noktalarla çok fazla ilgilenmekle birlikte, bazı noktaları, "akıl dışı" , "zorlama" ve "hayalci" bulduğundan Tahsin Bey' e doğrudan yanıt vermek istememişti. 

     Tahsin 14. Rapor' unun sonunda Rio de Janerio Büyükelçiliği' ne atanmak istediğini Atatürk' e bildirmiş, fakat Atatürk bu isteği geri çevirmişti. 

Yorumlar